DEPREM VE TEVEKKÜL

Muhammed Zakir Çetin hocamızın deprem ve tevekkül konusunu gayet harika şekilde izah ettiği makalesini istifadenize sunuyoruz.

DEPREME BAKIŞ AÇISI

Eğer desek ki, deprem fay hatlarının kırılması sonucu meydana gelmiştir. Bu işi fay hattına versek ne kadar doğru olur? Akıl bunu kabul eder mi? Bilindiği üzere depremler fay hatlarının kırılmasının sonucunda oluşmaktadır. Peki bu yer yüzünün muazzam hareketini sadece fay hattına vermek yeterli ve doğru bir izah olur sizce?
Kanaatimize göre yeterli bir izah olmaz. Şöyle ki; Nasıl ki, elektrik düğmesine basınca lamba yanıyor. Baktığımızda lambanın yanması o düğme ile oluyor. İşin gerçeği ise lambanın yanması düğme ile değil elektrikledir. Zira elektrik olmasa düğmeye basılması hiçbir mana ifade etmez.
Hem güneşe karşı tuttuğumuz ayna güneşi ve ışığını yansıtmaktadır. Eğer güneş olmasa hiçbir ayna bu işi yapabilecek durumda olmaz. Bu iki sebep gibi toprak, ağaç gibi sebeplerin hiçbiri kendi başlarına kalsalar hiçbir işi yapabilecek güce sahip değillerdir.
Demek sebeplerin yaptığı iş Cenab-ı Hakk’ın kudreti ile sonuçların arasında irtibatı sağlamaktır. Ve her şeyi ancak sonsuz kudretiyle yapan Cenab-ı Hak’tır.
Nasıl ki bir silahın sahibi olur ve onun tetiğini çekmeden o silah kendiliğinden ateş etmez. Ancak onun sahibi tetiği çekmekle o silah ateş eder. Öyle de küre-i arzı yaratan ve onun içine birçok faydalı işleri görmek için adeta bir bomba düzeneği gibi fay hattını yerleştiren ve zamanı ve yeri gelince de onun pimini çeken Allah (cc)’tır.
Dolayısıyla bu işler doğanın veya sebeplerin yapacağı veyahut kendiliğinden olacak işler değildir. Bu sebepler elektrik düğmesi gibi birer perdedir. İşleri yapan bizzat Cenab-ı Hakk’ın kudretidir.
Depreme ehl-i imanın bakış açısından bakmak gerekir zira Peygamberimiz (asm): “Mü’minin hâli ne güzeldir! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mü’mine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.” (1) buyurmuştur. Zaten İnsanın kulluk vazifelerinden biri de sabırdır. Zira Peygamber Efendimiz (asm) sabır imtihanını da hicretlerle, harplerle, nice musibet ve sıkıntılarla en ileri derecede yaşayarak bize örnek olmuştur.
Çünkü sabır ve şükür en makbul ibadetlerdir. Evet musibet günahların neticesi olduğu gibi mükafatın ve kazancın da habercisidir.
Demek bu büyük deprem musibetinin mü’mine kazandırdığı büyük kârlar vardır. Hatta diyebiliriz ki verdiği zarar bir ise getirdiği kâr bindir. Birkaçını şöyle sıralayabiliriz.

Birincisi: “Ümmetim, merhamete uğramış bir ümmettir. Ahirette azap görmeyecektir. Onun azabı cezası, dünyada başına gelen fitneler, ağır imtihanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şeklinde verilir.” (2)

Evet bu hadis-i şeriften şöyle anlaşıyor. Nasıl ki küçük yerlerde ve kasabalarda işlenen suça göre muamele ediliyor. Küçük suç işleyenlere o küçük yerlerde ceza veriliyor. Büyük cinayet işleyenlerin cezası ise büyük yerlere ve merkezlere bırakılıyor. Öyle de Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve adaletine bakınız ki kâinat denilen memleketinde dünya küçük bir yer ve kasaba hükmünde olduğundan mü’minlerin küçük suçları sayılabilen günahlarının cezası acilen dünyada veriliyor, merkez olan ahiretteki cehennemin o şiddetli azabına bırakılmıyor. Büyük suç ve cinayetleri işleyen kâfirlerin cezası ise tehir edilerek ahirete, cehennemin şiddetli azabına bırakılıyor.
Demek bu deprem Allah’ın bir lütuf ve ihsanı olarak mü’minler için günahlara kefarettir ve cehennem azabından kurtulmalarına bir vesiledir.

İkincisi: Ehl-i imanın yıkılan evleri, zayi olmuş bütün malları sadaka hükmüne geçer. Hem de Cenab-ı Hakk’ın kabul edeceği en kıymetli mallarını sadaka vermiş oluyorlar.

Bir gün hane-i saadette bir kurban kesildiğinde Rasûlullah Efendimiz (asm) ondan geriye ne kaldığını sormuştu. Hazreti Âişe (r. anha) vâlidemiz: “Sadece bir kürek kemiği kaldı.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (asm): desene (yâ Âişe), bir kürek kemiği hâriç hepsi (yani bütün infâk ettiklerimiz) bizim oldu!” buyurdular. (3)
Zira o kalan eti dünyada yiyip bitirecekler. Dağıttıkları ise cennet nimetleri olarak onlara takdim edilecektir. Demek ehl-i imanın bu zayi olan malları ahirette onların olacaktır. Geriye kalanları ise dünyada kalacaktır. Hem bu fani mal ve mülk ahirette baki mallar olarak tekrar kendilerine verilecektir. Demek ehl-i iman için bu dünyada depremin getirdiği zayiat en az bin kat
fazlasıyla ahirette telafi edilecektir ve eksik bırakılan veya verilmeyen zekât ve sadakalar varsa onların yerine geçip onların kefareti olacaktır.

Üçüncüsü: Bu depremde sıkıntı gören, koşturan ve depremzedelerin derdiyle dertlenenlerin bütün o koşturmaları, sıkıntıları ve üzüntüleri harp cephesindeki askerin hali gibi çok makbul bir ibadet hükmüne geçer. Bu sıkıntılar ahirette birçok cennet nimetlerini kazandıran sevinç ve sürura dönüşür.

Tüm bu koşturmalar, açlıklar, zorluklar eksik kalan ve yapılmayan ibadetlerin yerine geçer veya onlara kefaret olur. Ahirette görülecek sıkıntı ve üzüntülerden kurtulmaya vesile olur. Demek mü’min için olan her şeyde hayır vardır. Velev ki bir deprem olsun.

Dördüncüsü: Depremde büyük bir kayıp olarak kabul edilen, hayatlarını kaybedenlerin durumudur.

Evet onlar bu deprem olmasaydı dahi bir gün gelip kaybedecekleri muvakkat bir hayatı ve dünyalarını kaybetmiş oldular. Fakat bununla beraber çok şeyler kazanmış oldular. Zira yaşadıkları geçici hayata bedel şehadetle baki bir hayatı ve kaybettikleri geçici dünya ile de sonsuz bir cenneti ve bıraktıkları dünyevî zevk ve lezzetlere bedel de sonsuz lezzetleri ve saadetleri kazanmış oldular.
Demek bir kayba karşı binlerce kazandıkları olmuştur. Öyleyse mü’minin başına gelen her bir şeyde bir değil binler hayır vardır.

Beşincisi: Bu büyük felaket sebebiyle kimileri çoluğunu çocuğunu kaybetmiştir. Bunda da Cenab-ı Hakk’ın büyük bir rahmet ve şefkati vardır.

Zira o şehit olan eşleri ve çocukları bu şehadet sebebiyle bütün günahların affolunması ve evliya derecesine çıkıp ehl-i cennet ve saadet olmaları öyle büyük bir makamdır ki, kırk günden tâ kırk seneye kadar ibadet ile ancak o
mertebeye çıkılabilir. Cenab-ı Hakk’ın bunlara olan lütfuna bakınız ki, birkaç dakika içinde onları bu makama çıkarmış ve cennetin sonsuz saadet ve nimetlerine nail etmiştir. Birkaç senelik hayatı ve saadeti kaybedip sonsuz hayat ve saadeti kazanan elbette zarar etmez.
Hem bu vefat edenlerin bu velayet mertebesini normal şartlarda kazanmaları çok zordur. Bunda ne kadar muvaffak olacakları bilinmez belki de çoğu bu mertebeyi kazanmaya muvaffak olamayacaktı. Ancak bu depremde vefat eden iman sahibi her bir mü’minin bu mükafatı alacağını rahmet-i İlahiyeden ümit ediyoruz. Ve o mü’minin vefat eden hanımı, cennette cennet hurilerinden daha güzel bir şekilde mü’min olan beyine daimî bir hayat arkadaşı olacağı hatta beyi günahkâr bile olsa ona şefaat edip cennete girmesine vesile olabilir durumdadır.
Evet bir mü’min, deprem vesilesiyle bu dünyada birkaç senelik hayat arkadaşını kaybeder ancak ahirette sonsuz ve daimî bir hayat arkadaşını bulur. Bu hakikat beyini kaybeden kadın için de aynen geçerlidir.
Hem bu büyük musibette insanları çok üzen olaylardan biri de evlatların bilhassa masum çocukların vefatlarıdır. Ayet-i kerime (4) o çocukların ölümsüz olarak daimî cennette kalacaklarını haber veriyor.
Evet mü’minlerin ergenlik çağından önce vefat eden evlatları cennette cennete layık bir surette ebedî, sevimli, daimî olarak çocuk kalacaklardır. Ve cennete giden anne ve babalarının kucaklarında ebedî olarak sevinmelerine vesile olacaklardır. Ve çocuk sevmek ve çocuk okşamak gibi en hoş bir zevk ve lezzeti anne babalarına temin edeceklerdir. Ve her bir şeyin cennette bulunduğu halde, cennetin çocuk yapmak yeri olmadığından orada evlat sevgisi de olmayacak diyenlerin sözlerinin ne kadar yanlış olduğunu gösterir.
Hem dünyada çocukluk dönemi olan on senelik kısa zamanda elemlerle karışık çocuk sevmeye bedel, safi ve elemsiz milyonlar sene ebedî olarak evlat sevgisini anne-babasına kazandırır. Demek bu ayet, ehl-i imana çocuklarının ölümüyle böyle çok büyük bir saadeti ve mutluluğu kazanacaklarının müjdesini veriyor.

Özellikle çocuklar masum oldukları gibi bu deprem ile şehadet mertebesini de kazanmış oluyorlar. Hem masumiyet hem velayeti kazandıkları için günahkâr olan anne ve babalarına da inşallah şefaatçi olacaklardır.

Hem vefat eden çocuk Cenab-ı Hakk’ın masum bir kuludur ve bütün varlığıyla Cenab-ı Hakk’ın yarattığı bir eseridir ve O’na aittir. O çocuk anne-babanın terbiyesine verilmiş sevimli bir arkadaşıydı ki, baksınlar diye geçici olarak onlara verilmiş ve Cenab-ı Hak onları o çocuğa hizmetkar yapmıştır. Anne-baba hizmetlerinin karşılığında peşin bir ücret olarak onlara lezzetli bir şefkat vermiştir. Şimdi bin hisseden dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi olan O merhametli Allah (cc) rahmet ve hikmetinin gereği olarak o çocuğu onların elinden alsa hizmetlerine son verse görünüşteki bir hisselerine karşılık hakiki dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi olan Allah’a karşı şekvayı anımsatacak bir tarzda ümitsizlik içinde üzülerek bağırıp çağırmak iman ehline yakışmaz. Ancak bu ehl-i gaflet ve ahirete inanamayan dalalet ehlinin işidir.
Hem eğer dünya ebedi olsaydı, insan içinde ebedi kalsaydı veya ayrılığın sonu olmasaydı o zaman ümitsizlik içinde üzülmenin ve elem ve acı çekmenin bir manası olurdu.
Madem dünya bir misafirhanedir vefat etmiş çocuk nereye gitmiş ise anne-baba da oraya gidecektir. Hem bu ölüm sadece o çocuk için değildir. Umumi bir yoldur herkes o yoldan gidecektir. Hem madem ayrılık dahi ebedî değildir. İleride hem kabirde hem cennette görüşülecektir. Öyleyse “Hüküm Allah’ındır, O verdi O aldı.” demeli. Sabır içinde şükretmelidir.
Bununla beraber geliniz birlikte bir düşünelim. Bu başa gelen musibetten ümitsizlik içinde çırpınmak, sabır ve şükrü bırakarak şikayetlerde bulunmak sanki bu musibetin sonu gelemeyecekmiş gibi her türlü elem ve acıyı yaşamak bu sıkıntıdan bizi kurtarmadığı gibi kesinlikle musibetin acısını kat kat arttırır. Eğer; “O’ndan geldik ve yine O’na gideceğiz.” desek ve Allah’a tevekkül edip O’nun kudret ve rahmetine sığınmış olsak ve bu dertlerimizi acizlik ve fakirlik lisanıyla O’na arz etsek ve lütuf ve keremini bekleyerek sabır içinde şükretsek kim ne kaybeder? Bir şey kaybetmediğimiz gibi bu tevekkül ve teslimiyetimiz bu musibeti ya tamamen bitirir ya da yarıya indirir.
Bu hakikatleri ispat eden Peygamberimiz (asm)’in bir mucizesi şöyledir: “Bir adam, Rasûlü Ekrem (asm)’in yanına gelerek ağlayıp sızladı ve dedi: “Benim bir küçük kızım vardı. Şu yakın derede öldü. Oraya gömdüm.” Rasûlü Ekrem (asm) ona acıdı ve dedi: “Gel, oraya gideceğiz.” gittiler. Rasûlü Ekrem (asm) o ölmüş kızı çağırdı. “Yâ fulâne!’ dedi. Birden o ölmüş kız: “Buyurunuz.” dedi. Rasûlü Ekrem (asm) ferman etti: “Tekrar peder ve vâlidenin yanına gelmeyi arzu eder misin?” o dedi: “Yok, ben onlardan daha hayırlısını buldum.” (5) diyerek geri dönmek istemedi. Zaten cennete giden birisi geri gelmek istemez.
Ey bu depremde eşini, çoluğunu çocuğunu ve akrabasını kaybeden kardeşlerimiz; eğer Peygamberimiz (asm) gibi bir zat yanımızda bulunmuş olsaydı bugün şehit hükmünde vefat eden o sevdiğimiz insanlara: “Siz bir daha dünyaya geri gelip sevdiklerinize ve akrabalarınıza kavuşmak ister miydiniz.” diye sorsaydık bu şehitlerin hepsi de “Biz dünyadaki sevdiklerimizden ve akrabalarımızdan, başta Sevgili Peygamberimiz (asm) olmak üzere daha güzel akraba ve dostları bulduk ve dünyadaki her şeyden daha güzelini bulduk.” diyerek bir daha geri gelmeye razı olmayacaklarından zerre kadar şüphemiz yoktur.
Madem biz de oraya gideceğiz üzülüp sıkıntıya kapılmanın ve yapmamız gereken şeyleri bırakarak her şeyden el ayak çekmenin bir manası yoktur. Peygamberimiz (asm)’in oğlu İbrahim (as)’in vefat ettiğinde gözleri yaşarmış ve ashabtan biri “Ya Rasûlallah siz de mi ağlıyorsunuz.” sualine karşı Peygamberimiz (asm): “Kalp üzülünce gözlerden yaş akar.” buyurmuştur.
Demek üzülmek ve ağlamak vardır. Bağırıp çağırmakla ümitsizliğe düşmek yoktur. Hem ayet-i kerimede: “Doğrusu kim Allah’tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatını boşa çıkarmaz.” (6) buyurulmuş, Peygamberimiz (asm) de: “Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiçbir kimseye verilmemiştir.” (7) buyurmuştur.
Cenab-ı Hak bütün şehitlerimize kemal-i rahmet, mağfiret ve meyve-i cennet ihsan eylesin ve aile efratlarına ve milletimize de sabr-ı cemiller ihsan eylesin ve böyle bir musibeti bir daha bizlere yaşattırmasın. Âmin.

Bütün bu açıklamalar Risale-i Nurların ışında yazılmıştır daha fazlasından istifade etmek isteyen kardeşlerimiz bu mevzuya dair risalelere bakabilir.

Eğitimci Yazar Muhammed Zakir Çetin


1 Müslim, Zühd, 64.
2 Ebu Davud, Fiten, 7.
3 Tirmizî, Kıyâme, 33.
4 Vâkıa Sûresi, 17. ayet.
5 A’lamun Nübüvve, s. 141.
6 Yusuf Sûresi, 90.
7 Tirmizi, Birr, 76.

Bir cevap yazın